Her zaman aramaya çıkarız, en çokta kendimizde. İçimizde bir yerlerde gizlidir. Ne kadar bulabilirsek o kadar iyidir. Başka yerde ararsak hiçbir zaman bulamayız . Aradığımız huzurdur. Bir başka sihirli duygu da kardeşi mutluluk. İkisi birlikte olduğunda nelerin yaşandığı gözlerimizden okunur küçük bir tebessümle. Sakin ve mütevazi bir hayatın içinde.

Etyopya’nın serin rüzgarlarının estiği  yüksek dağlarında  çobanlık yapan Halid, kayaların arasına sıkışıp kalmış olan bodur ağaçların  kırmızı meyveleriyle beslenen keçilerinin  kısa bir zaman sonunda birbirleriyle oynaştıklarını ve sonrada sakinleştiklerini  görüyor. Her gün kendine göre bellediği o yere geldiğinde yine büyük bir dikkatle kırmızı küçük meyveleri yiyen keçilerinin huzurlu ve mutlu olduklarını izler. Kendisi de denemeye karar verir. Acı olan meyve çekirdeklerini yediğinde bir heyecan ve huzur duyar.

Halid bu çekirdekleri  keşişlerin yaşadığı manastıra götürür ve olanları anlatır. Keşişler çekirdekleri sıcak su içinde kaynatırlar suyu içerler ne var ki oldukça acı diye beğenmezler. Geriye kalanları da yanmakta olan ocağa atarlar. Bu sırada ortama yayılan güzel kokuya bayılırlar. Bu defa çekirdekleri ateşte kavurup taşlarla ezerler. Su içine koyup kaynatırlar. İçerler ve keyif alırlar. Bir anda sakinleşip huzura erdiklerinde bir yandan da uzunca zaman süren sohbetlere dalarlar. Artık sohbet için bu acı içeceği tüketirler. Bu bitki çekirdeklerine arapca kökenden gelen kahve ismini verirler. Böylece kahvenin de günümüze kadar süren  yolculuğu başlamış olur.

Kahve Anavatanı  Etyopya’dan  Yemen’e geçer ve burada dağlarda yaşayan aşiretlerin önemli bir geçim kaynağı olur. Suriye, İran, Mısır ve Hindistan’a ulaşır. Buralarda yorgunluğu ve uyuşukluğu gideren, canlılık ve dinçlik kazandıran sihirli bir içecek olarak tanınır. Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a getirilir. Saray mutfağında yerini alır. Sadık ve sır tutan insanlar arasından seçilenler ‘’Kahvecibaşı’’ rütbesiyle görev almışlardı. Saray’dan konaklara ve evlere sonrada kahvehanelere ulaşır. Viyana kuşatmasından sonra Osmanlı askerlerinden kalan kahve Avusturya ve Almanya’da tanınır. Bir Türk öğrenci Londra’da kahveyi tanıtır. Venedikli tacirler İstanbul’dan Avrupa’ya  taşırlarken Hollandalı tüccarlar Yemen’den başkentlerine taşımışlardı. Dünyaya yayılınca Brezilya, Vietnam, Kolombiya, Endonezya’ya ulaşıp tarımı yapılmaya başlandı. Dünya’da şu an Petrolden sonra en çok ticareti yapılan ürün haline geldi.

Artık her yerde, her zaman sanki maceralı hayatını bırakmış, çileli ve zor hayatını unutmuş, bir ağırlığı olmuş, öyle marifetleri var ki her şeyin farkında. O olmadan bazen sohbetler olmuyor, bazen uykusuz bırakıyor insanı, bazen de tadına doyamadığımız kitapların sayfalarını renklendiriyor. bazen coşku ve heyecan veriyor en keyifli zamanlara eşlik ediyor. Bazen sadesiyle baş başa kalırız  yalnızlığımızı doyasıya paylaşılırız. Bazen de  şekerlisiyle neşeleniriz tıpkı hayat gibi acısıyla tatlısıyla birlikte yaşayıp gideriz.

Her zaman renkli fincanıyla elimize yakışmaz masamızda soğuyarak bakar. Bazen de ömür boyu sürebilecek hayatlara başlatır insanları. Ömür boyu sürecek dostlukların başlamasına neden olur. Gönülleri yakınlaştırır, derin sohbetlerle insanlık arayışlarımıza arkadaşlık yapar elimizden tutar sanki. Boşuna denmemiş kırk yıllık zaman. Ama en güzeli hayatların beraber yürünmesine adım atılacak gündür.’’ Bir kahvenizi içmeye geldik’’ cümlesiyle başlayan kalp atışlarının zirve yaptığı anlar. Bu anlarda kendisine hiç yakışmayan bir tatla sunulur genç kızlarımızın ellerinden. Huzur ve mutluluk ve insanlık arayışımızda bizlere arkadaşlık yapmaya çalışan Afrika’nın yüksek yaylalarından masalarımıza kadar gelen dost içecek.’’ Haydi bir kahve içelim’’ cümlesine hayır diyemeyeceğimiz günlerimizin bol olması dileğimle….