Şehirde yaşayan herkes, öldürülecek kişinin kendisi de dahil olmak  üzere kimin öldürüleceğini biliyorlardı. Ancak hiç kimse önlem almayı düşünmüyordu, hatta  istemiyordu.  Kolombiyalı yazar G. Garcia Marquez’in  sade akıcı bir dille yazılmış bir çırpıda okunan romanının ismi ‘’Kırmızı Pazartesi.’’

Geçen hafta yaşadığımız İliç teki maden ocağında  tesisin  kurulmasından  bu yana her  an ,her gün bir kaza olacağı bilinmesine rağmen önlem alınmadı. İnsanlarımız geçmişteki maden kazalarında olduğu gibi hayatlarından koparıldı. Burada dünyanın en değerli madeni vardı. Geçmişten günümüze uğruna kanlar dökülen, zenginlik hayalleri olanların ana maddesi. Akdeniz’den umudunu kesen Avrupalılar öncelikle İspanyollar ve  Portekizliler,  Atlas okyanusunu geçmişlerdi karşılarındaki kara parçasının neresi olduğunu  bilmiyorlardı.  Orada yaşayan insanların taşıdıkları altınları görünce büyük bir iştahla sarı metal  aşkı hastalığına yakalanarak, insanları yok ederek ve esir alarak  daha çok altınlarla buluştular.

Avrupa kaderini değiştirmek üzereydi. Kara parçasına varan diğer korsan denizcinin ismi verilmişti. Amerika.  Kuzeyde ve güneydeki en eski medeniyetlerden olan Aztek ne İnkaların altınlarını ülkelerine taşıdılar. Avrupa bu değerli madeni çok iyi değerlendirdi. Ama bu madeninin her zerreciğinde kan vardı. O dönemlerde bu metalin eldesi ve kullanılan yöntemler doğaya zarar vermiyordu.

Antik çağda altınıyla ünlü devletlerden olan Lydia’nın başşehri Sardes’te  Bozdağlardan kopup gelen bir alüvyon şimdiki Sart çayından, antik çağdaki ismi Paktalostan akıp geliyordu. Dereye bırakılan koyun ve keçi postlarına tutunan metal parçacıklarına  Elekturum denilmişti. Altın ve gümüş alaşımıydı. Ergime sıcaklıklarının farklılıklarından yararlanılarak özel rafinerilerde ayrıştırıyorlardı. Öyle zengin bir devlet oldu ki kral Gyges’in hile yaptığına inanan halkı ikna etmek için o zamanın inanç merkezi olan Delphi tapınağı rahiplerinden yardım istedi. Halkı hile yapmadığına inandırmaları için rüşvet olarak altı kazan dolusu altın göndermişti. Şimdiki parayla değeri on üç milyon dolar.

İliç’teki altın toz halinde kayaların içinde bulunuyor. Çıkarılması için kimyasal yöntemler uygulanıyor. Sülfirik asit ve Siyanür kullanılıyor. Kalan topraklar depo ediliyor. Kullanılan kimyasal maddeler bir havuzda suda çözünmüş halde tutuluyor. Madenin ve havuzun bulunduğu yerin altı Erzincan fay tabakası. Fırat nehrine olan uzaklığı üç yüz elli metre. Yer yüzünde suyun sızmadığı yer yoktur. Yer altı suları ve Fırat suyu zehirlenmektedir. Bölgede tarım ve hayvancılık bitmiş durumda. Çalışanlar ve yakın köylerdeki insanlarımızda kanser vakaları artmıştır. Bir alyans yüzük için yedi ton kaya işlenmektedir.

Burada çalışan bir insanımız durumu şöyle anlatıyor.’’Anagold şirketi on yıldır faaliyet gösteriyor. Burada çalışanlar konuşamıyor. Herkes korkuyor. Şirketten sürekli uyarı barındıran mailler alıyoruz.Bir araya gelemiyoruz. Toplantı yapamıyoruz. Özellikle ben ve dört arkadaşım bir şeyler yapmak istiyoruz ama ciddi bir takip altındayız.’’ Bu bölgedeki çevre gönüllüsü bir insanımızın köyüne girmesi bile yasaklanmış durumda.

Ülkemizin bir çok yerinde benzer durumlar var. Sanki bir yağma yapılıyor gibi şirketlere satılıyor. Kanadalı olan bu şirketin kendi ülkesinde böyle bir yöntemle altın çıkarmak yasak.  Ülkemzin havası, suyu, toprağı zehirleniyor. İnsanlarımızda kanser olayları artıyor. Toprak altında kalarak ve iş kazalarında hayatlarını kaybeden insanlarımıza ne diyelim ? Kader mi ? işin fıtratında var mı ? diyelim. Ülkemizi sevmek demek nutuk atmakla olmuyor. Vatanını sevmek ne uğruna olursa olsun sömürgecilere ve  onlarla işbirliği yapan şirketlere  peşkeş çekmemekle olur. İşte bir kazayla ortalığa her şey dökülüyor, derler ya eline yüzüne bulaştı. Tam da böyle oldu.